8 Mart 2020 Pazar

SALEM'S LOT / KORKU AĞI (17.10.1975)






KARAKTERLER:

Kurt Barlow (Vampir)
Richard Throckett Straker (Vampirin hizmetkarı)
Benjamin Mears (Yazar)
Susan Norton (Sevgilisi)
Donald Callahan (Peder)
Mark Petrie (Ben Mears'a yardım eden genç)
Matt Burke (Öğretmen)
Jimmy Cody (Doktor)

MEKAN: 
Maine,New England,Jerusalem's Lot,Marsten Köşkü

Sayfa sayısı: 590 

KONU:
Genç bir yazar,eski yaşadığı kasabaya geri dönüşü; büyük bir köşk,geçmişinde cinayete tanıklık etmiş; sessiz ve ufak bir kasaba,tarihi karanlık ve korku dolu....İşte böyle bir ortamda gerilim dolu bir vampir hikayesi....

SALEM'S LOT HAKKINDA ÖNEMLİ BİLGİLER:


KING diyor ki;
Lise derslerimden biri Fantezi ve Bilim Kurgu, öğrettiğim romanlardan biri de Drakula idi.  Yıllar boyunca ne kadar hayati kaldığına şaşırdım; çocuklar beğendi ve ben de beğendim.  Akşam yemeğinde bir gece Dracula yirminci yüzyılda Amerika'ya geri gelirse ne olacağını yüksek sesle merak ettim.  "Muhtemelen Park Avenue'daki Sarı Taksi tarafından kontrol edilip öldürülecekti," dedi karım.  Bu tartışmayı kapattı, ancak sonraki günlerde aklım fikre dönmeye devam etti.  Karımın muhtemelen haklı olduğu aklıma geldi - eğer efsanevi Kont New York'a gelirse, öyleydi.  Ama uykulu küçük bir kasabada görünecek olsaydı, ne olacak?  Öğrenmek istediğime karar verdim, bu yüzden başlangıçta Second Coming adlı Salem's Lot'u yazdım.


KING, Adeline Dergisinin, “Bir Marka Olmak Üzerine” makalesinde (Şubat 1980) bu fikrini genişletiyor: "Fikrimi aklımda tersine çevirmeye başladım ve bu bir araya gelmeye başladı. Bir sürü vampirin çizgi roman tehdidini telafi etmek için yeterli düzensiz gerçekliğe sahip kurgusal bir kasaba oluşturabilseydim, iyi bir yer olacağını düşündüm. " Yine de 'Salem's Lot için ilham kaynakları daha da ileri gidiyor. Modern korku türünün kurgusal olmayan bir incelemesi olan Danse Macabre'de KING, sekiz yaşındayken gördüğü bir rüyayı hatırlıyor. Rüyada, bir tepede ip ile asılmış bir adamın cesedini görüyor. Ve KING diyor ki : "Ceset bir işaret taşıyordu: ROBERT BURNS. Ama rüzgar cesedin havaya dönmesine neden olduğunda, bunun yüzüm olduğunu gördüm. Ve sonra ceset gözlerini açtı ve bana  baktı.  Çığlıklarla uyandım, ölü bir yüzün karanlıkta üzerime yaslanacağından emin oldum. On altı yıl sonra, rüyayı 'Salem's Lot' romanımdaki merkezi imgelerden biri olarak kullanabildim.  cesedin adı Hubie Marsten. "

Her roman bir dereceye kadar romancının farkında olmadığı bir psikolojik portresidir ve bence 'Salem's Lot'taki açıklanamayan müstehcenlik, kendi hayal kırıklığım ve bunun sonucunda gelecek korkusuyla ilgili. 

KING 1980'lerde iki ayrı röportajında tüm kitaplarının içinde favorisinin 'Salem's Lot olduğunu söyledi.

Roman 1976 da Dünya Fantezi Ödülüne ve 1987 de Tüm Zamanların En İyi Fantezi Romanı için ‘’ Locus ‘’ ödülüne aday gösterildi.

Roman, İngiltere'de bir radyo draması olarak uyarlanmıştır BBC Radio 4 , 1995 yılında.

DERİN İNCELEME 🔑


@1975 yılında geçiyor

@Roman ilk olarak 1975 yılında yayımlanıyor. 2004 yılında, sonuna 2 hikaye eklenerek ve çıkartılmış sahneler bölümü ilave edilerek tekrardan yayımlanmıştır.

@Roman başlangıçta gelecekten geçmişin sahnelerine vurgu yapıyor. Kitabın ilk sayfalarındaki hikayeye giriş kısmının aslında gelecekten kesitler olduğunu anlıyoruz. Ve gelecekten geçmişe dönerek hikayenin akışının geliştiğini görüyoruz. Kitabın sonundaki ''Bir tane de yol için...'' başlıklı hikaye ile yine bizi geleceğe taşıyan KING, okuyucunun aklındaki yıllar sonra neler olabilir sorusuna ayna tutuyor ve imgesel olarak kullandığı çarpıcı betimlemeler ile bizlere köyün içindeki karanlık durumun gelecekteki olgusunu net bir şekilde aktarıyor. ''Jerusalem'S Lot'' başlıklı bölümde de Charles Boone ile Bones'in mektuplaşmaları yer alıyor.

@King bu kitabı yazarken gelmiş geçmiş en “iyimser bir korku romanı” olmasını istemiş

@Salem’s Lot gerçekte var olmayan bir kasaba

@Kara Kule serisinde de varolan Peder Callahan ile burda tanışıyoruz

@Kurt Barlow ile ilk tanışmamız çöplükte Dud Rogers ile karşılaşmasında oluyor. Tabiki çocuklar ile yaşananları saymassak

@Kurt Barlow’un gözlerine baktığın zaman adeta hipnotize olmuş gibi hissediyorsun ve bir türlü ondan uzaklaşamıyorsun.(Aslında sadece ona değil diğer yaşayan ölülülere de bakınca adeta hiptonize oluyorsun)

@30 yıl once Marsten Köşkü doluyken 4 çocuk kaybolmuş aradan gecen 30 yıl sonrasında ev tekrar dolunca cocuk kaybolmaları tekrar başlamış

@Kasabadaki ölümlerin sebebinin vampir olması ihtimalini ilk olarak Matt Burke anlıyor

@Kurt Barlow köpeği öldürüp mezarlığın kapısına asarak, ölü köpeğin beyaz uzun dişleri ile vampirlere  ve felaketlerin geri dönüşüne vurgu vapıyor.


ÖNEMLİ ALINTILAR

Önsöz- Elbette bir yazar kontrol uygulayabilir; ne var ki bu boktan bir fikirdir. Oysa emniyet kemerini bağlayıp direksiyona hikayenin geçmesine izin vermek... İşte hikaye anlatımı budur. Hikaye anlatımı nefes almak kadar doğaldır, bunu planlara dayanarak yazmaksa, suni teneffüs yapmanın edebi versiyonudur.

Salıncaktaki kız tehlikeye aldırmaz bir halde katıla katıla gülüyordu. Bu an, sanki zaman pastasından bir dilim kesilmiş gibi Ben'in yıllar sonra bile hatırlayacağı bir andı. Eğer iki kişi arasında bir etkileşim olmazsa, böyle bir an hafızanın çöplüğüne gidip orada kalırdı.

Jointner Bulvarı'na bakmak, ince bir buz tabakasından çocukluğuma bakmak gibi oluyor. Dalgalı ve buğulu bir görüntü; bazı yerlerinde hiç seçilemiyor, ama çoğunlukla hala orada."

Küçük kasabalarda skandal her an patlamaya hazır bir şekilde pusuda bekler.

Bir yandan da, evlerin, o mekânda yaşanan duyguları özümsediği fikrinde de gerçek payı olabilir... bir nevi kuru pil gibi. Belki de, örneğin hayalperest bir oğlan cocuğunun kişiliği bu kuru pilde katalizör görevi yapar ve... bir şeyin etkin bir şekilde görünmesini sağlayabilir.

Parmaklarında hiç eksik olmayan sarı lekeler tütünden değil, tebeşirdendi ki bu da başka bir bağımlılığın kalıntısıydı.

Akşam yemeğinden sonra çalışan birisi ileride büyük işler yapmaya adaydı.

"Mark Twain 'e göre, bir roman, yazarının hayatında hiç yapmadığı şeylerin itirafı gibiymiş. 

Bulutsuz ve serin bir günde telefon tellerinden tuhaf bir uğultu duyulur, sanki içinden geçen dedikodularla titreşir gibidir ve
benzersiz bir sestir- uzaya uçan insan sesleri...

Kasabanın bir tarih hissi olmasa da, zaman hissi vardır ve telefon direkleri sanki bunun farkında gibidir. Eğer birine elinizi dayayacak olursanız, ahşabın derinliklerine sızan titreşimleri hissedebilirsiniz; bu, oraya hapsedilmiş ve çıkmak için çabalayan ruhların çırpınmasına benzer.

Ben, onu tanıdığından beri ikinci defa kendisini on altı yaşında hissediyordu; on altı yaşındakilere özgü iyimserlik ve umursamazlık içindeydi.

"Bana ne düşündüğümü sordun. Anlatayım. Bence insanlar telepati, önsezi veya altıncı his gibi şeylere kolayca inanırlar, çünkü onlara bir maliyeti yoktur. Buna inanmak geceleri uykularını kaçırmaz. Ama insanların yaptıkları kötülüklerin onlardan sonra da yaşadığı fikri çok daha sarsıcıdır."

Küçük kasabalarda çok az iyilik vardır. Çoğunlukla, içine biraz kötülük serpiştirilmiş kayıtsızlık vardır; bazen kasıtlı kötülük de olur.

İlkbahar New England'ın en güzel mevsimi değildir - çok kısadır, çok belirsizdir ve hava aniden sertleşmeye yatkındır. Buna rağmen öyle nisan günleri vardır ki, insanın belleğinde karısının ilk teması veya bebeğin dişsiz ağzının meme ucundaki hissi gibi hiç unutulmaz.

Yahu, insan bir tabuta neden kilit koyardı ki? Birisi içine girmesin diye mi? Herhalde öyle düşünmüş olmalıydılar. Herhalde içindeki kişi dışarıya çıkmasın diye değildi...

Üzülmek istemiyorsan, gizlice kimseyi dinleme. Yani kendin hakkında hoşlanmayacağın şeyler işitebilirsin. Buna karşılık başka bir atasözü de vardı. 'Erken uyarılan, erken önlem alır..

Durgun sular derin akar.

Çok üzülmüştü ama hiç ağlamamış, hatta ağlayacak gibi bile olmamıştı. Annesi ağlamıştı ama üç gün sonra Cooper’ı unutmuştu bile. Oysa Mark köpeğini hiç unutmadı. Ağlamamanın değeri buydu işte. Ağlamak, içinde ne varsa bunu yere işemekten farksızdı.

Artık ne pahasına olursa olsun biraz doğruları konuşalım. Neyin doğru olduğunu bilirsen, özgür olursun...

Eğer ağırdan alırsan ve çalışmaya devam edersen, ayyaşlığın yavaş yavaş geliştiğini fark etmezsin.

Portland'daki Maine Üniversitesi'nde şiir okuma seansı yapan, oldukça tanınmış bir kadın şairi sınıfına getirmişti. Kadın kapri pantolon ve yüksek topuklu iskarpinlerle gelmişti. Bu tavrı bilinçaltından bir çeşit seslenme gibiydi: Bana bakın, ben sistemi kendi oyununda yendim. İstediğim gibi gelir giderim.
Onunla kıyaslayınca Ben'e duyduğu hayranlık bir diş daha arttı. Otuz yıllık öğretmenlik hayatında, daha kimseni n sistemi yendiğini veya oyunu kazandığını görmemişti; sadece salaklar öyle düşünürdü.

İnsan neyin ne olduğunu bilmeli. Şeytanın bir kadının göğsündeki izi aslında sadece bir cilt benidir...

Benim de başımdan bir şey geçti... Tepedeki o lanet evle ilgili bir şey; bu da benim, anlattıkları şeylerin akılcı bir açıklaması olmayan insanlara karşı daha anlayışlı olmamı sağladı.

Söyledikleri hiç bir şey yalan değildi, ama söylemedikleri şeyler onları bir komplonun ortakları haline getiriyordu. Ben zararsız bir kandırmaca mı, yoksa daha ciddi ve karanlık bir suça mı ortaklık ettiğini kestiremiyordu.

Sanırım o parlak yüzeyin altında belli bir kibirlilik sezdim. Sanki belli bir rolü oynuyormuş gibi; ama bunda çok başarılı oluyor. Bir yandan da bizi kafaya almak için bütün o gösteriyi yapmak zorunda olmadığının farkında. Bizlere tenezzül eder gibi...

İnsanlar tıpkı sümük, dışkı, el tırnağı imal ettikleri gibi kötülüğü de imal edebiliyorlar. Ve bu hiç yok olmuyor.

Evler sadece evdir. Kötülük kötü eylemlerin son bulmasıyla yok olur.

'Tek başına.' Çok korkunç kelime. Cinayet bunun yanında hiç kalır. Cehennem de bunu tam karşılamayan eş anlamlı bir kelimedir.

Eğer bir korku kelimere dökülüp seslendirilmezse, onu yenemezdin. Ve küçük beyinlere yerleşen korkular ağızdan çıkarılamayacak kadar büyük olurdu.

Bütün insanca korkuların temeli, kapalı bir kapının aralık olması...

Kasaba karanlığın ne olduğunu bilirdi. Dünyanın dönmesiyle yeryüzünün güneşin arkasında kalıp karanlık olduğunu da, insan ruhunun karanlığını da bilirdi. Kasaba, toplamı her bir kısmından büyük olan üç parçanın bütünleşmiş halidir. Kasaba orada yaşayan insanlar, onların inşa ettiği binalar ve araziden oluşur.

Kasabada olmak her gün ciddi bir münasebette bulunmak gibidir; o gıcırtılı yatakta karınla yaptığınız şey, bunun yaninda el sıkışmak gibi kalır. Kasabada olmak sıkıcı, yavan, alkolik bir seydir. Ve karanlık bastığında kasaba senindir, sen de kasabanın; birlikte ölü gibi uyursunuz. Burada hayat yoktur, sadece günlerin yavaş yavaş ölüşü vardır; bu nedenle kasabanın üstüne kötülük çöktüğü zaman bunun gelişi neredeyse mukadderat gibi görünür. Sanki kasaba kötülüğün gelmekte olduğunu ve hangi şekli alacağını biliyor gibidir.

İşte bunlar kasabanın sırlarıdır; bazıları daha ileride öğrenilecek bazıları ise hiçbir zaman öğrenilmeyecektir. Kasaba bütün bu sırları hiç renk vermeden muhafaza eder. Şeytan işiymiş, Tanrının işiymiş, kasabanın umrunda değildir. Kasaba karanlığı tanımıştı. Ve karanlık yeterliydi.

Paranoyak fanteziler ve kötülük hayal etme sendromu bir gecede oluşmaz. Bunun gelişmesi için belli bir zaman gereklidir. Bunların özenle sulanması, bakım görmesi ve beslenmesi lazımdır.

Kederle tanıştıklarını sanıyorlar, ama aslında onların kederi bir doğum günü partisinde dondurmasını yere döken bir çocuğunkinden farksız.

Uykuya dalmadan önce-daha önce de olduğu gibi- yetişkinlerin ne kadar tuhaf olduğunu düşündü. Korkularını atıp uyuyabilmek için yatıştırıcı ilaçlar, uyku hapları alırlar veya içki içerlerdi. Oysa korkuları o kadar sıradan şeylerdi ki... İşini kaybetme korkusu, para, öğretmen bana kızar mı, karım hala beni seviyor mu, arkadaşlarım kimler... Bunlar bir çocuğun karanlıkta yatarken duyduğu korkuların yanında çok hafif kalırdı. Çocuk bunları kimseye itiraf edemezdi, tek ümidi kendisini anlayacak başka bir çocuk bulmaktı. Yatağının altındaki veya bodrumdaki umacıyla başa çıkmak zorunda kalan bir çocuk için grup terapileri, psikologlar falan yoktu. Her gece bu savaşı tek başına sürdürürdü ve tek tedavisi, hayal gücünün dondurulduğu dönemdi ki, buna yetişkinlik deniyordu.

Kendimi oldum olası açık fikirli ve kolay kolay şoke olmaz sanırdım. Ama insan aklı, beğenmediği ve tehtit edici bulduğu bir şeyi bloke ediyor.

Kasabanın içinden geçip giden biryabancı burada herhangi bir terslik olduğunu anlamaz. Sessiz sakin bir kasaba sanır. Ama panjurları indirilmiş evlerin içinde neler olup bittiğini kim bilebilir? İnsanlar yataklarında yatıyor olabilirler... veya süpürge gibi dolaplarında ya da bodrumlarında duruyor, güneşin batmasını bekliyor olabilirler...

İnsan beyni, içgüdülerinin bütün uyarılarına rağmen onu bir şey yapmaya zorluyordu. Ta ki o tavan arası kapısı açılıp da karşısına tarifi olmayan korkunç bir şey çıkana kadar zorlama devam ediyordu.

Televizyondaki bir futbol maçı kadar romantik ve doğaüstü şeyler...

Bütün rasyonel düşünceler ve tartışmalar, aslında kelime halinde olmayan, Tehlike! Tehlike! diye haykıran çok daha köklü bir ses tarafından önemsizleştiriliyordu.

Bilerek ya da bilmeyerek o güne kadar korkuyu hep basit bir denklem olarak kabullenmişti: korku = bilinmeyen. Ve bu korkuyu yenmek için de sorunu basit cebir terimlerine indirirdi. Böylece bilinmeyen gıcırdayan döşeme (ya da her neyse), gıcırdayan döşeme = korkacak bir şey değildir. Modern dünyada bütün korkular bu denklemi kullanarak aşılabilirdi, Tabi bazı korkuların haklı gerekçeleri olurdu. (önünü göremeyecek kadar sarhoşsan araba kullanma; sana hırlayan köpekleri okşamak için elini uzatma, tanımadığın oğlanlarla parka gitme, gibi...) ama o ana kadar bazı korkuların insanın havsalasının ötesinde olduğuna, insanı neredeyse felç ettiğine inanmazdı. Bu denklem çözülebilir değildi...

O anda en önemli şey, bu işi başarmış olduğunu düşünmemekti. İşin sırrı aynı kararlılıkla devam etmekti.

Cocukluğun en temel ve belirleyici özelliği hayalle gerçeği kolayca karıştırması değil, kendisini yabancılaştırabilmesidir. Akıllı bir çocuk bu özelliği bilir ve bunun sonuçlarına katlanır. Ödeyeceği bedeli hesap eden çocuk, artık çocuk değildir.

İnsanlar kanser, felç, kalp krizi veya önemli bir organın iflası gibi bir gerçegi öğrendikleri zaman ilk tepkileri ihanet yaşadıklarını düşünmek olurdu. O kişi o güne kadar en yakın dostu olarak gördüğü vücudunun, görevini yapmayıp onu yatağa düşürmesi karşısında hayretler içinde kalırdı. Bunu izleyen tepki ise ona böyle acımasızca ihanet eden bir dostun değerini sorgulamaktı. Bu tepkilerin sonucu olarak da, artık böyle bir dosta sahip olmanın anlamı kalmadığıydı. Bir insan ihanet eden vücuduyla konuşmayı reddedemez, onu kimseye şikayet edemez ya da aradığı zaman evde olmadığını öne süremezdi. Hastane yatağındaki bu akıl yürütme zincirindeki son düşünceyse, o vücudun hiçbir zaman dost olmadığı gibi korkunç bir ihtimaldi. Onu kullanmış suistimal etmiş üstün gücü yok etmeye kararlı bir düşmandı o.

Ağır bir hastalığı izleyen depresyonun atlatılabileceğini düşünüyordu. Yeter ki o kişiyi hayata bağlayan bir şey olsundu: ressamlar, müzisyenler, aklı hala yarım kalmış inşaatında olan marangozlar... Bu ilgileri pek ala hastalık öncesi zararsız (veya o kadar zararsız olmayan) bir psikozla bağlantılı olabilirdi.

Sıradan insanlar roman yazarlarının onlara yakışırdığı kadar doğaüstü olaylara temkinli bakmazlar. Bu konu üzerinde duran çoğu yazar aslında, iblislerin ve umacıların varlığına karşı sokaktaki adamdan daha kapalı görüşlüdür.

Sabahın üçünde kan yoğunlaşır, akışı yavaşlar ve uyku ağırlaşır. İnsanın ruhu ya böyle bir saatte habersiz olmanın rahatlığı içindedir ya da büyük bir çaresizlik içinde debeleniyordur. Bunun orta noktası yoktur. Sabahın üçünde dünya denen o yaşlı orospunun makyajı silinmiştir ve artık burnu ve camdan gözü yoktur. Neşenin içi boşalmış, kırılgan bir hale gelmiştir. Can sıkıntısı dehşeti yok etmiştir. Aşk bir hayaldir... 

Hiçbir şey hissetmek istemiyordu. İçinde çirkin sahneler olmayan hiçlik güzeldir.

Asıl sorunum rüzgarla. Şiddeti artarak uğuldamaya başlar ve kar taneciklerini bin bir çeşit şekle sokarak savurur, çıkardığı ses de dünyadaki bütün nefret ve acıların bir araya gelmiş hali gibidir - ölümün ötesinden gelen bir ses. İnsan bu sesi panjurları kapalı, kapıları kilitli sıcak yatağında yatarken bile duymak istemez. Eğer direksiyon başındaysa, çok daha kötüdür...

Erkek çocukları etrafı keşfetmeye ve vandallığa yakındırlar; eski sakinleri hakkında en korkunç efsaneler anlatılmış bile olsa, pencereleri kırılmamış tek bir lanetli ev bulamazsın, muzip çocuklar tarafından en az bir mezar taşının tersyüz edilmediği bir mezarlık yoktur...

Kimi insanlar seyircidir. Kimileri koruyucudur...

'Ama sana yazarlığın bir tür şeytan kovma işi olduğunu söylememiş miydim? Bu kitabı kabuslarımı kullanarak yazıyorum ve o kaynağı tamamen kurutmamın da hiç sakıncası yok...'

Birbirimizin aklındaki gizli kalmış şeyleri bilseydik, hepimiz korku içinde yaşardık...

Toplumsal erdemi bilemem; bunu hep köhne bir fikir olarak düşünmüşümdür. Sanatı yargılamanın tek yolu ahlaktır. Toplumca kabul edilmiş şeyleri işleyen sanat, popüler sanat olmaktan ileriye gidemez.

Kasaba uyuyordu. Şehirlerin uykusu huzursuzdur. Bütün günlerini korku içinde geçirip gölgelerden huylanarak kaçan paranoyakların uykusu gibidir. Şehrin uykusu yükselen çığlıklarla, polis otolarının sirenleriyle, sonsuz neon ışıkları ve sarı kurtlar gibi dolanan taksilerle lekelenir. Şehrin uykusu terlidir, korkuludur, fakat hayat doludur. Oysa kasaba taş gibi uyur, ölüler gibi uyur...

Çok az bilenler serçe gibidirler ve serçeler de baki kalır...



1 yorum:

  1. Cok beğendim Salem's Lot en beğendiğim King kitaplarından biri. Ayrıntılar ile yazmanızı çok beğendim. Karakterlerin ismini, Kingin romanın aklına gelişinin kaynağı gibi. Başarılar size :)

    YanıtlaSil